1980 sonrasından günümüze;
EMPERYALİST POLİTİKALAR, KRİZ VE YANSIMALARINA KISA BİR BAKIŞ
Emperyalizmin, sermayenin yeni ihtiyacına yönelik gerekli gördüğü yasal yollarla uygulanamayan düzenlemeleri, 12 Eylül 1980 AFC ile uygulandı. Anayasa ve parlamento lağvedildi. Siyasi partiler kapatıldı. Muhalif işçi sendikaları, demokratik kitle örgütleri kapatılmakla kalmadı; yöneticileri ve üyeleri uydurma kanıtlarla hapsedildi. Devrimci ve komünistler üzerine düzenli ve azgın saldırılar düzenlendi. Grevler ve toplantılar yasaklandı. Egemen sınıfların azami kârını sağlayacak bütün siyasal ve hukuksal eylemler gerçekleştirildi.
24 Ocak kararlarına dek ekonomi, “ithal ikameci”model üzerinde yürüyordu; uluslar arası mali sermayenin tüm yarı-sömürgelere olduğu gibi bize de, özellikle ikinci paylaşım savaşından sonra dayattıkları model buydu. Devlet eliyle desteklenen sanayinin dışa bağımlı kapitalist bir çizgide bir ölçüde geliştiği, önemli bir birikimin bağımlı sanayiye temel sağladığı doğrudur. Fakat yarı-sömürgelerde yıllarca uygulanan bu “ithal ikameci” kalkınma modeli buralarda belli bir kapitalist gelişmeyi sağlasa da, özü itibarıyla ve esas olarak emperyalizme bağımlılığı, yarı sömürgeciliği pekiştirdi. 24 Ocak kararlarının uygulanmaya başladığı 1980’li yıllarda, bu model yerini yeni bir modele bıraktı: İhracata dayalı gelişme modeli.
Bu model “neyin varsa sat” modelidir. Emperyalist-kapitalist sistemin “kâr oranlarının düşme eğiliminin” sonucu olarak 1970’li yıllarda derinleşen krizini aşmak için 1980’lerde başlattığı neo-liberal politikalar, yeni bir dönemin başladığının belirgin sinyalleriydi. 1980’li yılların sonuna doğru sosyalist ülkelerin çökmesiyle birlikte daha da derinleşen neo-liberal politikalar, özünde kapitalizmin tarihinde çok uzun aralarla ortaya çıkan özel bir dönemin, özel bir sermaye birikim sürecinin araçları olarak işlevselleştiler.
Yaşanan ekonomik ve siyasi krizin maddi ve manevi yükünü büyük oranda işçi sınıfı omuzladı. Ekonomik-demokratik ve siyasi hakları gasp edilen işçiler, burjuvazinin kendilerine diktiği elbiseyi silahların gölgesi altında giydiler. 1980 sonrası reel ücretlerdeki düşüş, 1973–1980 yılları arasındaki reel ücretlerdeki düşüşe oranla daha fazla oldu. Enflasyon oranı hızla arttı. Buna karşılık tekel kârlarını artışı azami hızına ulaştı. Gelir dağılımındaki uçurum büyüdü. Çalışan yığınların cebinden çalınan paralar büyük şirketlerin iflastan kurtarılmasında harcandı.
Yeniden yapılandırma” süreci ile emperyalizmin çıkarlarını sağlama almayan her şey, her ilişki biçimi, her ekonomik-örgütsel-geleneksel şekilleniş yeniden biçimlendirilip değiştirildi.
Bunun anlamı; toplumsal üretimin emperyalistlerin üretim fazlalılığına ve iç pazarın ihtiyaçlarına göre ayarlanması ve ekonomik liberalizmin getirdiği serbestiyle iç kaynaklarımızın emperyalist tekellere peşkeş çekilmesi/hiç pahasına satılması (transferi), emeğin artı-değer, faiz, kâr vb. biçimler altında daha da insafsızca sömürülmesidir. Bunun anlamı; iç ekonomik süreçlerin, uluslararası sürecin hizmetinde sözde “verimlilik” çizgisinde emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlenmesidir. Bunun anlamı, kapitalist emperyalist ülkelerin çözemediği krizin yarı-sömürge ülkelere ihraç edilerek hafifletilmesidir. Bunun için de ilk elden yapılması gereken özelleştirme ile KİT (Kamu İktisadi Teşebbüsleri) ve benzeri kuruluşların devlet kapitalizmi niteliğine son vermek ve bu alanları sermayenin özelleştirilmiş hareket alanı haline getirmek ve bu eksende devleti her alanda küçültmektir. Ekonomiden ulaşıma oradan eğitime ve sağlığa ve hatta savunmaya dek her alanda özelleştirme politikası uygulanmakta ve bu en hayati alanlar bile küresel mali sermayenin yönetimi, gözetimi ve denetimine sokulmaktadır. Bu, köleleştirmedir. Bu, dizginsiz bir boyun eğdirmedir. Yalnızca iktisadi teslimiyet değil, aynı zamanda siyasal, askeri ve bunun da ötesinde de sermayenin ideolojik boyun eğdirmesidir.
Türkiye’de ekonomi ile ilgili kurumların başına IMF, DB ve ABD ile ilişkili “uzmanlar” yerleştirilmektedir. Ve siyasi iktidarın bu kurumlara talimat vermesi engelleniyor. Sadece görüş alış-verişinde bulunacağı benimsenmiş durumda. IMF ile ilişkilerde de siyasal iktidarın tüm görevleri IMF tarafından saptanmakta ve iktidar bunları uygulamakla görevli hale gelmektedir. TC’nin yaptığı tüm anlaşmalarda da aynı ilişki geçerlidir. Bilinmelidir ki, bu “yeni” hukuk gerçekte bir hukuk değil, egemen olanın tüm ilişkide esas söz sahibi olmasıdır. Efendi uşak ilişkisinde esas ilke budur. Bu esas ilke çerçevesinde emperyalizm politikalarını en rahat bir şekilde nasıl uygulayabilecekse bunu hayata geçirmektedir. Bazı anlaşmalarla öngörülen sürecin hukuki altyapısı tamamen oluşturulmuş ve ülkenin tüm kaynakları emperyalizme peşkeş çekiliyordu. GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması), Küreselleşme hamlesi içinde, hizmet ticaretini uluslar arası tekellere açan ilk çok taraflı anlaşmadır. MIA- çok taraflı yatırımları garantileme ajansı–1985)
Yenilenmeyen üretim kapasitelerin sonuna dayanılması ile bağımlı kapitalizminin temel sorunlarından olan üretkenlik krizi, 1989′da yeniden açığa çıkmış, “ihracata dönük” sermaye birikimi iyice hız kesmiştir. 1989 krizi, aynı zamanda, üretkenlik kapasitesi ve yoğunlaşma düzeyi (artı değer üretme yeteneği) halen çok düşük Türkiye işbirlikçi sermayesinin, mecbur olduğu uluslararası rekabet (ve uluslararası birikim) gücünün zayıflığının bir göstergesi ve sonucudur.
Bu dönemde işbirlikçi sermaye nispi ve mutlak artı değer üretimini sıçratmak için yarı-otomasyon yatırımları ve taşeronlaştırma-fasonlaştırma ile (ki her ikisi de yükselen ve önemli ücret artışları kazanan işçi sınıfı hareketine karşı saldırılardır) birlikte yeniden iç pazara dönmek zorunda kalmıştır. 1989 aynı zamanda (krizin zorlaması ve emperyalistlerin yeni kredi açma karşılığında dayattığı) finansal serbestleşmenin; devletin borçlanma mekanizmasını özel bankalar üzerinden yürütmeye başladığı, işbirlikçi mali sermaye grupları ve holding bankalarının emperyalist mali sermayeden borçlanıp devlete borç vererek yılda ortalama yüzde 25 net faiz geliri elde ettiği para sermaye birikiminin altın yıllarıdır. Ve tabii, 1994 çöküntüsü ve yeniden “dışa açık” birikime dönme zorunluluğu. Her krizle vites büyüten İMF-TÜSİAD “emekçi sınıfları boğazlama” paketleri de özünde buna odaklanmıştır, amaç: Emperyalist ve işbirlikçi sermaye birikimine destek kazandırmak, bağımlı kapitalist ekonomiyi ve üretim ilişkilerini küreselleşen birikim sürecinin ilerleyen aşamaları doğrultusunda yeniden yapılandırmak.
Türkiye’de en vahşi neo-liberalizm uygulamasını 90′lı yılların sonlarına kadar nispeten geciktiren, yavaşlatan, perdeleyen bir etken sınıfsal-siyasal mücadelelerdir. (işçi, anti-faşist, Kürt ulusal hareketi ve öğrenci gençlik hareketleri) 89 bahar eylemlikleri–90 yıllardaki kamu emekçilerinin mücadelesindeki yükseliş, Disk ve KESK’in kurulması ve genel olarak devrimci ve ulusal hareketin yükselişi ara dönem olarak emperyalist politikaları yavaşlatmıştır. Fakat özellikle sosyalist maskeli sosyal emperyalizmin yüzünün açığa çıkmasından sonra meydanı boş bulan emperyalizmin tüm gücüyle ekonomik-askeri ve ideolojik saldırılarını gerçekleştirmekte vakit kaybetmemiş. Mevcut sınıf hareketi bu saldırıları durdurmayı başaramamıştır.
Özellikle bu süreçte “küreselleşme” bazı çevrelerce kutsanmış, emperyalist kapitalist sisteme tüm kaynakları ve çalışma koşullarıyla biat edinilmesi gerektiği dillendirilerek işçi sınıfının kafası bulanıklaştırmaya çalışılmıştır. Emperyalizm, kendileri için yaşamsal öneme sahip olan neo-liberal politikalarına karşı ülkede en diri örgütlülükler olan başta devrimci ve komünistler olmak üzere, ulusal hareket, sendikalar; kısacası emperyalist-kapitalist sisteme muhalif tüm örgütlenmelere bu süreçte; hem askeri hem de özellikle ideolojik saldırılarını yoğunlaştırmıştır.(hapishaneler, faili meçhul cinayetler,)
2001 krizinden sonra özellikle özelleştirilmeler son hızla gerçekleşmeye başlamış ve egemen sınıflar krizin faturasını her dönem olduğu gibi işçi ve emekçilerin sırtına yüklemek için gerekli hukuksal altyapıyı sermayenin isteği doğrultusunda gerçekleştirmiştir. Neo-liberal politikalar baş döndürücü bir hızla uygulanırken işçi ve emekçilerin çalışma-yaşam koşulları, demokratik ve örgütlenme hakları teker teker budanmaya başlanmıştır. (yeni İş-Tmy ve Kamu Reformu Yasaları vb…
Ülke kaynaklarının talan edildiği özelleştirmenin sonuçları açıktır. İşsizlik, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, ulusal/toplumsal kaynak ve birikimler liberalizmin kan içiciliğinde pazar unsuru haline dönüştürüldü. Birçok işletme tasfiye edilmiş, üretimi durdurulmuş ya da amacı dışında kullanılır hale getirilmiştir. 85–98 yılları arasında özelleştirilen kurumların yaklaşık % 40’ı yeni sahipleri tarafından kapatılmıştır.(örn-Et ve Balık Kurumunun bazı kombinaları kapatılmış yerine alışveriş merkezleri açılmış, Giresun Limanı otopark haline gelmiştir). 85-2007 yılları arasında kamunun özelleştirmelerden elde edilen karı 14,3 milyar$,giderleri ise 13,9$’dır. Geri kalan tahsilâtlarda sıkıntılar kamuyu 725 milyon$ zarara uğratmıştır. Onbinlerce işçi ve emekçi işten çıkartılmış ya da düşük ücretlerde çalıştırmak için gerekli hukuki altyapı hazırlanmış, “4-C yasası çıkartılmıştır. Ayrıca kamu işletmelerinde taşeronlaşmaya gidilmiş, kamu işçisi ve sendikalı işçi sayısında kayda değer bir azalma gerçekleşmiştir.(87 de Türk-İş 600 bin kamu işçisi için masaya otururken bugün bu rakam 317 bine kadar düşmüştür)
Yine bu süreçte BOP projesiyle kendine ve doğal olarak uşaklarına da birer yol haritası çıkaran ABD emperyalizmi (tezkere kazasına rağmen) Türkiye’nin hem askeri hem ekonomik ve siyasal olarak şekillenmesi için IMF ve DB aracılığıyla gerekli düzenlemeleri ülkemizde yapmış ve halada yapmaya çalışmaktadır. AKP hükümeti; ABD’nin Afganistan ve Irak işgaline Ortadoğu ülkelerine örnek ve emperyalizmin yeminli uşağı pozisyonunu hem asker göndererek hemde tüm askeri üsler ve limanları açarak tescillemiştir. Neo-liberal politikaların yarattığı üretimden kopan spekülatif sermayenin çılgınca asalakça büyümesi ve şişmesi (kapitalizmin zaten doğasında var olan ve esasta bazı uzmanlara göre 70’lerden günümüze belirli boyutuyla kontrol edilmeye çalışılan kriz) küresel anlamda ekonomik krizi tetiklemiş ve 2007 sonlarında başlayan derinleşme 2008 ile tamamen ayyuka çıkmış ve genişleyerek-derinleşerek hızla devam etmektedir. Kendi ağızlarından krizin boyutlarına dair endişelerini saklamayan (ABD Hazine Bakanı Timothy Geithner da, küresel ekonomik krizin, yoksullukla mücadelede elde edilen kazanımları tersine çevirme tehdidi yarattığını söyledi.) emperyalizm “küresel krize” önlem adı altında G-8’ler G-20’ler acil olarak toplanmış ve mali sermayenin asalak kurumları olan DB ve IMF’nin bu süreçte daha aktif rol alması için kesenin ağzı sonuna kadar açılmıştır. Global krize büyük cari açık, yüksek dış borç stoku, ithalata dayalı- AB’ye bağımlı yoksullaştırıcı bir ihracat yapısı ile yakalanan Türkiye, IMF’ye sığınarak krizi aşmaya çalıştıkça derin bir küçülme yaşayacak. Reel sektörden, imalat sanayinden başlayan küçülme, tensikatları en önemli sorun olarak yaşatıyor. Krize borçlu yakalanan hane halkları, şimdi işten çıkarmalarla derin bir yoksulluğa sürükleniyor.
Gündemdeki IMF ile anlaşma, sadece, Türkiye’den alacaklı finansörlerin ve borçlu sermayedarların derin nefes almasını getirecek. Ama Türkiye’ye, ezberinde olan yeni sıcak para akışı ve ihracata dönük büyümeyi getirmeyecek. Mali disiplin sevdalısı IMF, bütçe üstünden topluma yeni kemerler sıktıracak ve bu Türkiye’ye her anlamda kan ve zaman kaybettirecek.
Nedir yeni düzenlemeler; tabii ki işçi sınıfının ve emekçilerin kazanılmış tüm haklarının eritilmesi ve tasfiyesi yoluyla zaten küçülmüş olan devletin ve sermayenin harcamalarının daraltılması; en nihayetinde de sömürünün kat be kat artması, işçi sınıfının yoksullaşmasından, devasa işsizler ordusu yaratmaktan başka hiçbir şey ifade etmemektedir. Hâkim sınıfların krizin teğet geçtiğine dair yalanları bizzat sermayenin uzmanları tarafından yalanlanmaya devam ediyor. Ülkemizde halen krizin tam olarak ağırlığı hissedilmediği halde işçi sınıfının ve emekçilerin zaten kötü olan yaşam ve çalışma koşullarının daha da ağırlaşması, işsizliğin %21’lere dayanması, tarımın tasfiyesi sonucu oluşan yoksulluğun dizginlenemez boyutu ve sermayenin özellikle işçi sınıfın ve emekçilerin “kıdem tazminat hakkına” göz dikmesi, kamu personeli yasası ve tam gün yasası ile kölece çalışma koşullarının dayatılması; mevcut durumun artık endişe verici sınırı çoktan aşmaya başladığının birer göstergesidir. 2008 ve 2009 yılının ilk 5 ayı baz alındığında işçi ve emekçileri %30 ile %40 arası yoksullaşmış ve açlık sınırı: 744,12 tl. Yoksulluk sınırı ise 2.423,85 tl dir.Asgari ücret ise bırakalım yoksulluk sınırını açlık sınırının bile yanından geçemiyor: 477,18 TL 16 yaş altı çalışanlar için 406,26 TL. 2 yıl içerisinde işsizler ordusuna yaklaşık 1 milyon küsur işçi katıldı ve bu rakama 2010 sonlarında 1 küsur milyon işsizin daha katılacağı varsayılmaktadır. varsayılmaktadır. Bir yandan işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları hızla kötüleşirken, kriz bahanesiyle işten çıkarmalar yasal düzenlemelere bağlanırken işbirlikçi sermaye grupları 2009 un ilk çeyreğini büyük karlarla kapattıklarını açıklıyor.( Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) Başkanı Tevfik Bilgin, bankacılık sektörünün bu yılın ilk dört ayında net kârının geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 30 oranında artarak 7.2 milyar lira olduğunu söyledi.) Bir yandan işçi ve emekçiler işten çıkarılmalara karşı uzun yıllardır sessizliğini bozarak direniş ve işgallere başvuruyor,kinini hem hakim sınıflara hem de sarı-bürokratik sendika ağalarına karşı bileyliyor,( TİS alacaklarına sahip çıkmak için eylem kararı alan Türk-İş İstanbul Şubeler Platformu, 'Vatandaş, krize karşı pazara çık' kampanyasına destek veren kendi konfederasyonları Türk-İş yönetimine isyan ederek, Türk-İş İstanbul 1 No'lu Şube binasını domates ve yumurta yağmuruna tuttu.) diğer yandan hakim sınıflar her kriz ortamında olduğu gibi işçi ve emekçilerin en ufak demokratik-ekonomik hak talebine karşılık,ulusal harekete ise yıllardır “imha ve inkar” politikası üzerinden daha azgınca saldırılarına devam ediyor.( DTP,KESK.Eğitim-Sen Üyelerine vb saldırıları)
2007/2008 krizi ABD ve dünya kapitalist ekonomisinin kırılganlığının pratik doğrulanmasıdır. Ve durumları içinde bulundukları durum kendileri açısından hiç de iç açıcı değildir. Sosyal patlamanın korkusunu yaşayan emperyalist kapitalist sistemi gitgide zora sokan-sokacak olan işçi hareketliği tüm dünya genelinde genişleyerek yayılmaya devam ediyor.
Açıktır ki bu süreç emperyalistler arası çelişkiyi arttıracağı gibi emperyalizmle ezilen halklar arasındaki çelişkiyi de çetin muharebelere hazırlayıcı bir keskinliktedir. Emperyalist-kapitalist sistemin son yüzyıl içerisinde dünya genelinde çıkardığı savaşlar, işgaller, katliamlar, açlık, yoksulluk, hastalıklar ve doğaya verdiği tahribatların hesabını soracak olan biricik sınıf işçi sınıfıdır.
Dün olduğu gibi bugünde işçi sınıfının kurtuluşu ancak ve ancak emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı verilecek kararlı mücadeleden bağımsız değildir. Tam da bu süreçte anti-emperyalist, anti-faşist bilincin geliştirilmesi ve niteliği, sermaye ve işçi sınıfı arasındaki önümüzdeki süreçlerde çetin olacağı öngörülen muharebeler için hayati öneme sahiptir. Ve kapitalizmin “mezar kazıcılarının” yavaş yavaş ama kaynayarak bir kanal aradığı görülmeli buna uygun politikalar ve örgütlenmeler oluşturulmalıdır.
İŞSİZLİK
İşsizlik günümüzde önemini artıran toplumsal bir sorun olarak giderek kendinden daha fazla söz ettiriyor. Öyle ki işsizlik ülkemizde tarihi rekorlarını kırarken, sadece sayısal bir oran olmasının ötesinde yarattığı sonuçlar itibariyle halkımızı doğrudan etkilemektedir. Milyonlarca insanın bugün bankalara önemli derecede borcu bulunmakta ve işsizliğin içinde kıvranan milyonlarca insanı da doğrudan etkilemektedir.
İşsizliğin meslek dallarında pek ayrım gözetmeksizin her meslek dalında kendine özgü olmakla birlikte işsizliğin her alandan yaşandığı, özellikle de gençlik içersinde en yoğun şekilde yaşandığını göz ardı edemeyiz. Özelleştirmelerin yarattığı sonuçlar ve neo-liberal politikaların ülkemizde her türlü karşı çıkışlara, muhalefetlere rağmen uygulanmış ve işsizliğin bu boyuta gelmesinde önemli bir etkisi olmuştur. Ülkemizde bu politikaların yarattığı önemli tahribatlar; örgütsüzlük, sendikasızlaştırma ve işsizliktir. İşsizliğin devletin, bürokrasinin, patron örgütlerinin gündemine de girmek zorunda kalmıştır. Ülkemizde işsizliği azaltacak önemli bir eğilim istihdam alanlarının yaratılması olarak karşımıza çıkarken, ülkemizde ne yazık ki istihdam alanları yaratmak pek mümkün gözükmemektedir. Ülkemizin sosyo ekonomik yapısı, bağımlı ekonomisi, kendi iç dinamiklerinden yoksun kapitalizm, komprador burjuva ilişkilerinin hakim olduğu bir ekonomik yapı var olan işsizliğe de niteliğini vermektedir. Bu nedenle işsizlik bölgesel, yaş, cinsiyet, ulusal gibi farklı kategorizasyonlarda ele alınmayı gerektirmektedir. Örneğin kentlerde yaşanan işsizliğin ve kırlarda yaşanan işsizliğin kendi özgü yanları bulunmaktadır. Kalifiye elemanla, vasıfsız elemanlar arasında yaşanan işsizliğin nedenleri de aynı şekilde özgünlükler taşımaktadır. Sonuç olarak burada bizlerin göz ardı etmememiz gereken tüm farklı kategorizasyonlarda meselenin ele alınması gerektiğidir. İşsizlik üzerine belirlemeler ve onun üzerinden çalışmalar yapabilmek için somut koşulların somut gerçekliği üzerinden bir pratik gerçekleşmelidir. Bu bir mahalle esaslı, semt esaslı, bir iş kolu üzerindeki çalışma, gençler üzerinde araştırma vb gibi alanlarda anlamını bulacaktır. İşsizlik üzerinde yapacağımız çalışmalar da yine tüm kesimlere seslenmeyi, politika götürebilmeyi başaran bir çalışmayı ortaya koyarak başarılı olacağımız da muhakkaktır.
Her işsiz bir işçi adayı, her işçi de bir işsiz adayıdır. Ülkemizde çalışma koşulları en modern fabrikalarda dahi insani olmaktan uzak, sendikasızlığın, sosyal güvencesiz, kölece çalışma koşulları dayatılmaktadır. Bu nedenle ülkemizde işçilerin işsiz kalma riskleri bugün pek çok ülkeden fazladır. Yine bir işçinin iş bulana kadarki geçirdiği zaman oldukça uzundur. Söz konusu bu durum bir emekçinin çalışıyor olsa da, çalışmıyor olsa da baş etmesi gereken önemli sorunlarla yüz yüze olduğu her iki koşulda da bireysel kurtuluşun şu anki mevcut haliyle mümkün olmadığı aşikardır. Ancak; bir arada, birleşik ve örgütlü mücadeleyi kavratma yönlü bir hatta sahip olan bir pratiği sergilemek, işsizlerin de örgütlenmelerinin önünü açacak bir çalışmanın başlatılması ve bu konuda hangi araçları kullanacağımız da önemli olacaktır.
Bu kesimlerle kurumsal temasların olması, sendikaların bu yönde çalışmalar içine girmesi etkili olmaktadır. Ülkemizdeki kronik işsizlik durumuna karşı çoğu insanın geleceğinin karartılmaya, önünü göremeyen yığınların, karamsarlık içerisinde oluşu iş güvencesiz, kötü şartlarda çalışma koşullarına katlanmak zorunda oluşuna karşı bu kesime karşı sesleneceğim temel argüman “ÖRGÜTLÜLÜK” olmak zorundadır. Örgütlenme bilincinin öne çıkarılması gereken temel bir sorun olduğunu vurgulanmalıdır. Bugün birçok yerde çalışanların mevcut sorunlarına karşı örgütlenmeye açık oldukları bilinmektedir. Bugün yaşanan işçi direnişlerinde bu tabloyu görmekteyiz. Herhangi bir sendikal örgütlenmenin olmadığı yerlerde de işçiler birlikte hareket etmeyi başarabilmektedir. Meha tekstil işçilerinin direnişleri buna örnektir. Söz konusu bu işyerinde işçiler herhangi bir sendika olmamasına rağmen direnişe geçmişler ve kazımla dönmüşlerdir. Meha işçileri şu an işsiz olsalar da nakliyat iş sendikasının direnişteki işçilere sahip çıkması aynı zamanda işsizlerle temas kurmak anlamına da gelmektedir. Keza işçinin değişip dönüşmeye en açık olduğu dönemler bu direnişlerde olmaktadır.
İşsizler de işçi sınıfının bir parçasıdır. Bu nedenle işsizlerin de örgütlenmelerine ilişkin yapılacak çalışma işçi sınıfı içinde yapılacak bir çalışmadan bağımsız değildir. Bugün örgütlenmesini istediğimiz bu kesimin bizleri tanımıyor hatta sendikaları tanımıyor oluşu nedeniyle bizleri ve mücadelemizi tanımalarını sağlayacak, bu kesimleri bilinçlendirmeyi esas alan çalışmaları göstermek zorundayız.
İŞÇİ SINIFININ ÖRGÜTLENMESİNDE SENDİKALARI VE ÖNEMİ
İşçi sınıfın sınıf olma kimliğini kazanmaya başladığı tarihten itibaren işçi sınıfın örgütlenmesi için kurulan ve bugün de geçerli olan en temel örgütlenme aracı sendikalardır.
Bu önem bugün yeteri kadar işçi sınıfı içinde gelişmiş ve güçlenmiş olarak durmamaktadır. Bu nedenle sendikal örgütlenme ve bilici oldukça zayıftır. Hatta geniş halk kesimi içinde ise ya tehlikelidir üye olmayınız onlara güvenmeyiniz. Yâda boş verin sendika mı nasıl olsa sonunda işverenlerin dediğini yaparlar yâda sonunda satarlar anlayışı oldukça hâkimdir. Bu anlayış öyle geliştirildi ki sendika kavram nedeyse konuşulmamaktadır.
Bunun nedenleri elbette önemlidir. Nasıl oluyor da işçi ve emekçiler için inanılmaz derecede temel ihtiyaç iken kendi ihtiyacına yabancılaşmıştır. Bu saldırı nasıl ve nerden yapılıyor. Bunlar bizler açısından doğru görülmezse bizler içinde sendikaların önemi kavranmaz.
19 yüzyıl ve 20 yüzyılda kapitalist sistemin gelişmesi ile ortaya Çıkan işçi sınıfı da kedi örgütlenme araçlarını oluşturdu. İşçi sınıfın kendisi için sınıf olma bilinci geliştikçe buna paralel olarak sendikalarda gelişiyordu. Kapitalist sistem işçi sınıfın bu gelişimini her dönem farklı araçlar kullanarak etkisizleştirmiştir.
Ülkemizde de sendikal hareket 1950’lerde ortaya çıkmayı başlandı. Ülkemizdeki toplumsal mücadele ve işçi sınıfı mücadelesinin gelişmesine karşı bir zat ABD’nin CIA örgütü tarafından Türkiye den alınarak yetiştirilen işçiler daha sonra TÜRK-İŞ i 1952kurdurdular.bu süreç aynı zamanda sınıf hareketinin gelişim gösterdiği süreçlerdir. Bu yükselişin kontrol edilir olması sermaye tarafından istenilen bir durumdu. Bu nedenle ne olacaksa biz yapmalıyız diyen sermaye bir zat Türk-İş’i 1952 kurdurarak bu sürecin başını tutmuştur. Diğer önemli nokta ise kurulacak bir hareketin kontrol dişi olması yerine görünür olması her zaman sermaye açısından kabul görülen sonuçtur.
Bugüne kadar işçi sınıfı içerisindeki çalışmalarda sendikalı işçinin bulunduğu alan ile sendikaların işçi sınıfı için önemi hep karıştırılmıştır. Daha çok sendikalı işçinin bulunduğu alan sınıfın, siyasal örgütlenme alanları olarak görülmüş ve çalışmaların tamamı buraya sıkıştırılmıştır. Oysa bu alan sınıfın ana gövdesinin sadece % 6’sını oluşturmaktadır. Sendikaların sınıf içerisindeki önemi doğru görülmesine rağmen bu önemin pratik faaliyet içerisindeki çalışması yanlış ve eksik yapılmıştır. Oysa sendikalar esas olarak sınıfın örgütsüz kesimlerinin örgütlenmesi için en temel araç olarak kullanılması gerekiyor. Bu araç bugüne kadar kullanılmamıştır. Bunu sendikaların başında bulunan sarı, bürokratik ve gerici anlayışlardan kaynaklanması işin esasını oluştururken sınıf içerisinde politik faaliyet yürüten DDSB’nin de bugüne kadar sınıfın örgütsüz kesimlerinin örgütlenmesinde sendikal alan dışındaki alanlara yoğunlaşmamıştır. Daha çok yukarıda bahsettiğimiz sınıf içerisindeki çalışma olarak sendikalı işçiler ve kamu çalışanlarının bulunduğu alan olarak görülmüştür. Kaldı ki işin esasının böyle yürütülmesi düne göre belki biraz daha gerçekçi görülebilir.1980’ler sonrası Türkiye’de sendikalı işçi sayısı yaklaşık olarak 2,5 milyon civarındadır. Bu nedenle sınıf içerisindeki çalışmalarda sendikalı işçi alanına yoğunlaşılması faaliyetin buralarda yürütülmesi küçümsenmeyecek kadar önemlidir. Özellikle 89 bahar eylemlikleri Zonguldak Maden Yürüyüşü, çöpçülerin grevleri bu dönemde 80’ler sonrası kayıpların kısmen kazanıma dönüştüğü ve hak alındığı dönemlerdir. Bu dönemde işin merkezinde sendikal alanın bulunduğunu hepimiz bilmekteyiz. Ancak asıl problem zaten bundan sonra başladı. Sendikal alandaki daralma, gerileme giderek azalma gösterirken halen temel çalışmaların sendikalı işçilerin bulunduğu alan üzerinde yürütülmesi günümüzdeki mevcut gerçekliğimizi karşılamamaktadır. DDSB bu kurultayda geçmişte yaşanan eksiklerinden ve zaaflarından dersler çıkartarak bugün sınıfın temel problemleri içinde sendikaların önemini ve yönelimini gelecek sürece ışık tutacak şekilde ortaya çıkarmalıdır.
Bugüne kadar sınıfın örgütlenmesi sendikalı işçilerin bulunduğu alan olarak algılanmış, bütün temel çalışma bu alan üzerinden yürütülmüştür. Bu nedenle bugün bu sorunu iki noktadan ele alabiliriz: Birincisi, sınıfın genel durumu içerisinde sendikaların yeri; ikincisi, bu gerçeklik içerisinde sendikaların yapısını bugünkü koşullarda doğru ortaya koymalıyız. Bu iki nedenin çok doğru anlaşılmaması yukarda bahsettiğimiz tekrarı beraberinde getirmiştir. Bu nedenle bugün Türkiye ‘de işsizler dahil toplam 20 milyona yakın işsiz ve çalışan bulunmaktadır. Bunların 6–7 milyonunu işsiz kesim oluşturmaktadır. Bu işsiz sayısının mevcut ekonomik krizi dikkate aldığımızda bu sayının daha da artacağı görülecektir.
20 milyonun içerisinde sadece 4,5 milyon kişi sosyal güvence kapsamı içerisindedir. 4.5 milyonun içerisinde ise üç işçi konfederasyonun toplam sayısı 500 bin işçiyi bulundurmakta, buna 700–800 bin kamu emekçisini eklediğimizde toplam sayı 1,2 milyon kişidir. Bu rakam 20 milyon içerisinde % 6 ‘yı teşkil etmektedir. %94 gibi ana gövde dışarıda kalmış bulunmakta, sendikasız, güvencesiz ve işsizler olmak üzere ana gövdeyi oluşturmaktadır.
Ancak burada sendikalı işçilerin örgütlü bulunduğu alanda DDSB faaliyetinin yürütülemeyeceği ya da bu alanda çalışanların içerisinde DDSB faaliyetinin yürütülmeyeceği sonucu çıkarılmamalıdır. Aksine sendikalar işçi sınıfının en temel ekonomik ve demokratik kurumları ise bu kurumların önemi asla göz ardı edilmemelidir. En zayıf olduğu dönemlerde bile sendikaların genel sınıf içerisinde ne kadar etkili yere sahip olduğunu görmekteyiz. Düşünelim ki bu kurumların sınıf sendikacılığı anlayışıyla hareket etmesi durumunda ne kadar etkili olabileceğini tahmin edebiliriz. Bu nedenle sendikal alan içerisinde sendikaların önemi tüm alanlar içerisinde esas alan olarak görülmeli ve buraların işçi sınıfının hizmetine girebilme mücadelesi hep yürütülmelidir. Bugüne kadar sendikalar içerisinde de DDSB faaliyetinin yeteri kadar yürütülmemiştir. Bu faaliyetler daha çok dönemsel olarak ele alınmış, sınıf sendikacılığı anlayışı istenilen düzeyde anlayış birliğine ulaşmadığından sendikalı alan içerisindeki DDSB faaliyeti de istenilen düzeyde değildir. Elbette bunun nedenini sadece DDSB faaliyeti ile sınırlayıp bütün problemlerin çözüm noktasını burasına hapsederek ortaya koyamayız. Esas problemin genel durumdan, konjekturel yapıdan ve onun dışındaki etkenlerden bağımsız ele alamayız. Bizim için burada asıl olan bu değişim sürecinde DDSB’nin istenilen düzeyde kendini konumlandıramaması ve süreci yeteri kadar doğru algılamamasıdır. Son dönemlerdeki yürütülen faaliyetler ve bugün kurultayla programın deklere edilmesi gelecek sürecimizdeki faaliyetlerimize daha da güç katacaktır. Şimdi kısaca sendikaların genel durumuna ilişkin birkaç noktaya dikkat çekmek istiyorum.
Bugüne kadar sistemin sendikal alandaki temel dayanağı olan Türk-İş 2008 yılında başlayan süreçle yerine Hak-İş konulmak istenmektedir. Bu nedenle Türk-İş’in üye tabanını oluşturan bazı iş kollarında bilfiil bakanlıklar dahil olmak üzere kamu kurum yönetici sıfatları kullandırılarak Hak-İş güçlendirilmektedir. Türk-İş’in bugüne kadar sınıf içerisindeki sınıf karşıtı olan politikaları sistem açısından miadını doldurmuş olarak görülmekte, bu nedenle olabildiğince de etkisizleştirilmesi hedeflenmektedir. Diğer bir yandan Türk-İş içerisinde bulunan demokrat ve ilerici sendikalar ve sendikacılar tasfiye edilmektedir.
Orman-İş’in yetkisinin Hak-İş’e devredilmesi; Çay-Kur ve Tekel’in yine Hak-İş’e devredilmesi, Hava-İş’in işkolu yetkisine bakanlık yerine Hak-İş’in itiraz etmesi, Kocaeli başta olmak üzere Bayrampaşa’da ve bütün AKP'li belediyelerde Hak-İş’in örgütlenmesi ile siyası iktidar tarafından yapılması sendikal süreçteki yapılandırmayı göstermektedir.
Hak-İş bu süreçte ve gelecekte siyasal konjonktür de dikkate alındığında okun sivri ucunu Türk-İş kadar çevrilmesi gereken sınıf karşıtı bir örgüt olduğu bilinmelidir.
DİSK ise esas olarak etkinliğini daha çok kamuoyu üzerinden geliştirmeyi hesaplamaktadır. Olabilecek bir hareketin gelişmesi ve büyümesi durumunda devredeki yedek lastik olarak DİSK görülmektedir. Bunu 2008–2009 1 Mayıs’larındaki göstermiş oldukları tutumlarıyla gördük.
KESK sınıfın içinde en diri sendikal alan olarak görülebilir. Ancak KESK kendi siyasal ve politik dinamiklerini ötelemiş, daha çok siyasal anlayışların ( partilerin ) paralel kurumları gibi olması onun sınıftan kopmasını sağladı. Hatta giderek de bürokratik bir yapıya evirilmektedir. Bugün mecliste bulunan kamu personel rejim yasasının yasallaşması durumunda artık bugünkü işçi sendikaları gibi olacaktır. Hatta yürütülen mücadele eğer geçmişteki dinamiklerin üzerine oturtulmaz ve grevli toplu sözleşme esas mücadelesi haline dönüştürmezse giderek daha da marjinalleşecektir.
Bunun dışındaki tüm kamu çalışanları sendikaları ise işçi sendikalarındaki Hak-İş gibi sistem tarafından büyütülen ve tutulan sendikalar olarak kalacaklardır.
Yukarıda da gördüğümüz gibi bugün sendikalar sınıfın örgütlenmesinde temel araçlar olmasına rağmen, sınıfı örgütleyen, gelişen saldırılar karşısında sınıfın hak ve menfaatlerini koruyan niteliğe sahip değillerdir. Görülen o ki mevcut sendikal üyeliği oluşturan hem nitelik hem de nicelik bu gerçekliği değiştirmeye de uygun değildir. Bu nedenledir ki bugün yürüteceğimiz çalışma stratejik olarak bu gerçekliği dikkate alarak yapmalıyız.
Sendikalar içerisinde çalışmada ve sendikal alanı ele almada bazı noktaları sendikal örgütlenme modeli üzerinden de ele almalıyız. Görüldüğü gibi üç işçi sendikası, üç tane de kamu çalışanları konfederasyonu bulunmaktadır. Sayısal olarak az olan bu duruma bir de bu bölünmüşlük eklendiğinde tablonun vahameti daha net bir şeklide görülmektedir. Bu konfederasyonların bugün her birinin siyasal olarak mevcut burjuva partileri ile paralel faaliyet yürütmeleri işçi sınıfının içerisindeki sendikal etkiyi daha da azaltmaktadır. Bugüne kadar yürütülen DDSB faaliyetlerini sendikal alanlardaki birlik yanı yeteri kadar öne çıkarılamamıştır. Hatta bu farklı sendikaların oluşmasına göre DDSB de bu alanlara göre faaliyet yürütmüştür. İşçi sınıfı içerisinde çalışma temel çalışmadır. İşçi ve kamu çalışanı gibi ayrışan ve ayrıştırılan ayrıma karşı onların birliğini örgütleyen bir politik hat oluşturulmalıdır. Örneğin aynı işyerinde çalışan işçi, memur, sözleşmeli çalışan gibi yasal düzenlemeler ile ayrıştırılanlar aynı örgütlenme alanı içerisinde olması gerekirken, bunların sendikal alandaki birlik mücadelesi meşrulaştırılmalıdır. Bu dağıtılmak istenilen sınıfın organik birliğini örülmesine katkı sunacaktır.
KAMU EMEKÇİLERİ SENDİKALARI KONFEDERASYONU (KESK) VE SÜREÇ
Süreç siyasi sosyal ve ekonomik sorgulamayı derinlikli yapmayı gerektirmektedir. Sürecin sonuçlarını doğru teşhis etmek ise başat olandır. Sürecin muhtemel tüm sonuçlarının alanlara yansımalarının tamamen yaşam bulduğunu görebilmekteyiz. Diplomatik, politik, ekonomik işleyiş; sosyo-kültürel ve sosyo –ekonomik yapılanmaları dönüştürmüştür. Bu dönüşümlerin toplumu oluşturan sınıf ve katmanları nasıl etkilediği ve etkileyeceği ortada olmakla beraber, görünmeyen daha büyük sonuçlarını da barındırmaktadır. Mevcut dönüşüm egemenlerin refahını sigortalarken ezilenlerin yaşam haklarını adım adım ellerinden almakta, ezilen sınıf ve katmanlarını insanca yaşama hakkından dahi mahrum bırakmaktadır.
Dünya ve ülkenin durum tespitini yapmak ve bu doğru tespit ışığında yaşamın tüm birimlerine yön verecek bir karşı duruş üretmek henüz mümkün görünmemekte. Karşı duruş üretme ihtiyacı sistemden mağdur ve rahatsız olan bireyden başlayıp bireyin var ettiği tüm örgütlenmelerin görevi ve sorumluğu olduğunu bilmekteyiz. Ancak bu sorumluluk ve görev sahiplerinin gereğini yapma çabasında olmadıklarını da gözlemleyebilmekteyiz. Bireyler bir araya gelerek oluşturdukları muhtelif örgütlenmelerin politikalarını yaşam alanlarında üretmek ve yeniden yapmakla görevlidir. Bu örgütlenmelerin karar alma süreçlerini belirleyecek yürütmelerini, bireyler dolaylı katılımla doğrudan seçmektedir. KESK(Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu) ve bileşeni EĞİTİM-SEN de bu örgütlenmelerden birileri.
KESK ve EĞİTİM-SEN toplumsal muhalefet ve mesleki mücadele de ülkenin öndeki örgütlerindendir. Bu gerçekliği sürekli bir sistem saldırı ve baskısını da beraberinde getirmiştir. Bunun son örneği yapılan merkezi operasyonla görülmüştür. Bu ülke muhalif reflekse dahi tahammül edemeyecek faşizm politikalarıyla yönetilmektedir bu olgu tecrübeyle sabittir. Bu saldırı ve baskıların aslında bu örgütlenmelerin olması gereken mücadeleyi yürüttüklerinden kaynaklanmadığını vurgulamak gerekir. Saldırının kaynağı faşizmdir. Memur ve İşçi konfederasyonları ve bağlı bulunan sendikaları ne yazık ki kazanıma dönüşmüş mücadele yüpürtmediklerini vurgulamak zorundayız. Şu halde sistemin saldırılarının kaynağında bu yetersiz mücadeleyi elimine etmekte dahil, muhtelif nedenlerini görmek ve farkına vardırmak gerekir. Yine ne yazık ki mevcut işçi ve memur sendikaları bunun yeteri kadar çabasında değildir.
KESK TİS(TOPLU İŞ SÖZLEŞMESİ) Sürecini Nisan ayı sonu İtibari ile başlatmış ve çeşitli illerden yürüyüş kolları ile merkezi olarak planlanmış 20.06.2009 Ankara mitingi ile devam ettirecek ve ağustos 15 tarihinde devletle pazarlık yapmayı hedeflemektedir masaya oturur mu oturmaz mı politikası varlık yokluk ehemmiyetin de en ileri taktiğidir.
—Diyelim ki oturmadı “orta oyununa “ dahil olmam dedi ne olur.
1- iş ve sosyal güvencesiz istihdam düzelir mi?
2-grevli toplu iş sözleşmeli sendikal hak elde edilir mi?(yıllardır bedeller ödenerek verilen mücadelenin değişmez talebidir.)
3-İş ve sosyal güvencesiz yeni statü istihdamları örgütlenme hakkı elde eder mi?
4-Daha mesleki olan özlük ve hukuk, ekonomik, sosyal haklar korunup, belki ileri kazanımlar elde edilir mi?
Tüm cevaplar hayır. Peki; Toplu görüşme masasına oturursa ne olur ve ne olmaz
1-üstte belirtilen maddelerin cevapları kuvvetle muhtemel evet olmayacak.
2-Ehvenişer belki ama bundan başka bir seçenek yok gibi (sonuç olan durumdan başka seçenek yok).Şu olabilir; Teşhir edilir bu faşizm iş ve yaşam koşulları. Geleceksizleştirilip yedeklenen tüketim toplumu teşhir edilir. Ve bu görüşmelere örgütsel temsiliyetle potansiyel toplum temsili yetiyle şerh konur. En kötü ihtimalle.
3-Masa, görüşme, ortaoyunu ne dersek diyelim toplum nezdinde hiçleştirilir. Yaşam alanlarındaki ve iş yaşamındaki kuralsızlaştırmalar bilimsel istatistik verilerle ortaya konur ve bu devletin kendi sahasında yapılmış olur. Yapılacaklardan kimileri bunlar sadece bir kaçı. Bu görüşmelerde yapılabileceklerken. Bu görüşmelere gelene dek ve bu görüşmelerden sonrası esas politikalarımızdır. Esas bu dönemlerde ne yapılmalı ki, bu görüşmeler sözleşmeye dönüşsün dü...(?) Tüm bu görüşmelerdeki taleplerimiz niteliksel aşama kat edebilseydi. Tüm bu soruları cevabı belli ve bu soruları yanıtsız bırakan örgütlerin politika koyucuları da yanıtsızlıkların hangi örgütsel işleyişle yanıt bulacağını bilmekte. Peki, neden bir türlü aşama kat edilip asırlar önce edindiğimiz kazanımlarımızın gaspı engellenememekte. Planlanmamış çocuklarımızın geleceksizleştirilmesi neden sorgulatılmamakta. Bu yanıtı belli soruların en ortak cevabı sanırım fiili meşru mücadelenin bırakılmış olmasında.
FİİLİ-MEŞRU mücadele yürüten işçi ve memur sendikalar olmuş olsaydı; üretimden gelen gücünü kullanan bir emek hareketi olurdu ve hak istenmez alınırdı. Yaşam alanlarımız kapitalizmin kar ve rekabet hırsından başka sistemlerinde olduğunu görebilirdi.
KESK politikalarını ve sürecini biraz daha genel sorgulamakta ve son sürecine vurgu yapmakta yararlı olacaktır.
KESK'in genel süreci sendikalar yasasına mahkum olması nedeni ile aslında muhtemel çizgisindedir. Ancak kendisisinin iddiası ve bizim de gördüğümüz toplumsal muhalefetin mevcutlar içerisinde öncüsü olmasıdır. Bu gerçeklik söz konusu örgütün olması gereken mücadele çizgisinde olduğunu gösterir mi? Pratikten görüldüğü üzere hayır. İşte buradan başlarsak KESK süreçte kötünün iyisi rolündedir. Son süreci bu aşamada bile değil. Son eylem takvimin den 2003’lere kadarki mücadele politikalarına bakıldığında tabanım mücadele kararlığının KESK in politikalarının önünde bir mücadele kararlılığına ve keskinliğine sahip olduğu görülecektir. Gelinen aşamada şeklen işletilen bir sürecin taban farkındadır ve rahatsızlığını taşımaktadır. Ne yazık ki bu durum örgüt tabanında bir çaresizliğe, bahaneciliğe, küskünlüğe, örgüt aidiyetsizliğine neden olmuştur. Kanımızca bu bilinçli olarak işletilen bir süreçtir. Yasalardan gücünü alan örgütlenmelerin yaşayacağı muhtemel sondur yaşanan. Yasalardan taktiksel olarak elbette ki yararlanılabilinir. Ancak gücünü yasalardan yani cunta yasalarından almak muhalif, ilerici, öncü örgütlerin örgütlenme modeli olamaz. Yasalar sivil toplumculuğun kaynağıdır. Yada sivil itaatsizliğin kaynağına koyduğu bir güç olabilir. Ancak toplumun muhalif ve sistem sorgulama mücadelesindeki örgütlenmelerde kaynak fiili meşru mücadeledir. KESK ne yazık ki süreci örgütleyecek politikalar üretme potansiyeli barındırmamaktadır. Bu politikasızlığın muhtelif nedenleri vardır elbet. Kuruluşundan bu gününe kadarki süreci ileriye taşıyıcı olamamıştır. Kuruluşu da zaten sendikalar yasası nezaretinde olduğundan, beklide mevcut durum baştan belli bir süreç olmuştur.
KESK örgütlenmesi içerisindeki grupların siyasi süreçleri KESK in sürecinde aktif belirleyen olmuştur. ÖDP’nin içinde başlayıp 20-21/06/2008 de 6. olağan genel kuruluna dek devam eden ve Ufuk URASIN istifasıyla neticelenen(yoluna yeni oluşum yada SDP ile başlayacağını açıklayan) ,ve başlamak üzere olan bu yeni mi - eski mi tartışmalı değişen durum sendikal süreci direk etkilemiştir ve etkileyecektir. KESK tabanında büyük çoğunluğu oluşturan ÖDP’nin DSD anlayışı sendikal politikaların karar alma süreçlerinde etkin, çoğu zaman belirleyen olmuştur. Dolaysız olarak KESK’in politikalarını belirleyen bu siyasi çizginin muhtelif idealarla ayrışması siyaseten tartışıla dursun. Sendikal alana yansıması olumsuz, tıkayıcı olmuştur.
Kürt halkının mücadelesinin parlamento da temsiliyetiyle başlayıp devam eden stratejileri; 2009 yerel seçimlerinden netleşen çizgi emek içerisindeki yansımalarını da göstermiştir. İşte tüm bu süreçler sistemin üretim tekniklerindeki değişimle ortak payda oluşturmaları KESK in sendikal politikasızlığının yeni örgütlenme modelleri arayışını ihtiyaç olarak görmemesini biraz daha anlaşılır kılmıştır. Umarız ve dileriz ki KESK tabanı yeni bir örgütlenme ihtiyacını karşılayacak tüzük değişikliklerini ve yeni örgütlenme programlarını örgütün önüne birincil ve yaşamsal aciliyet ile koyabilir. Aksi durumda örgütün varlık nedenleri artık ortadan kalkmıştır.
İŞÇİ SINIFININ ÖRGÜTLENMESİNDE YAŞAM ALANLARI(EMEKÇİ MAHALLELER)
Yaşam göstermiştir ki hayatın neresinde hangi konu ve hangi amaç uğruna olursa olsun başarı, ya da sonuca ulaşma, mutlak birçok ilişkinin koordinasyonunun zamanlama, maddi koşullar ve inanmak üçgeninden geçmeden olmayacaktır. Nasıl ki en
Basitinden “tek taştan duvar olmaz” ise işçi-emekçi kitlelerde salt tekrar teorisinden kurtulup, pratik teori pratik kavrayışında olmadan mutlu son olmayacaktır. Bunun dışında teorilerin süpermeni olmak ancak ve ancak işçi-emekçiler için kötü sondan başka son getirmez.
İşçi-emekçilerin öncüleri, onların örgütlenme kurumları büyük tabloyu görmeden yüzleri gülemeyecektir. Başlangıçtaki hedeflerinden bağımsız olarak, bundan böyle tam kurtuluşlarının büyük çıkarı doğrultusunda işçi sınıfının örgütlenmesinin odak noktası olarak daha bilinçli davranmasını öğrenmelidirler. Bu hedefe yönelik her toplumsal ve politik hedefi desteklemelidirler. Kendilerini bizzat tüm sınıfın öncü savaşçıları ve temsilcileri olarak görerek ve buna göre davranarak, örgütlülük dışında duranları kendilerine çekmeyi başarmalıdırlar. Örneğin son derece uygunsuz koşullar tarafından direnme güçleri ellerinden alınan, sigortasız ve güvencesiz emekçilerin, çocuk işçilerin, tarım işçilerinin, milyonlarca işsizin, en düşük ücret ödenen işçi tabakalarının çıkarlarına özen göstermelidirler. Çabalarının dar görüşlü ve bencil olmaktan çok uzak, daha çok ezilen kitlelerin kurtuluşunu hedef aldığını tüm dünyaya kavratmalıdırlar.
Nasıl bireysel olarak örgütlenmeyi yaşam alanının bütününü örgütleme olarak ele alıyorsak, işçi sınıfının örgütlenme sorununa da bütünsel bakmayı başarabilmemiz gerekmektedir. Yani örgütlenme-örgütleme faaliyetlerini işçi-emekçi sınıfının –esas olmakla birlikte- salt üretim merkezlerinde ele almak kendi kendimizi kandırmaktan başka bir şeyi ifade etmemektedir. Üretimin çok parçalı ve dağınık olması ve bu dağınıklığın oluşturduğu koşullardan kaynaklı yoğun bir emek sömürüsüne maruz kalan, azımsanmayacak çoğunluğa sahip bazı iş kollarının (tekstil, küçük metal atölyeleri vb…) yaşam alanlarının da örgütlenmesi sorunu önümüzde bütün yakıcılığı ile durmaktadır. Öyle ki bu tespit, işçi-emekçilerin yaşam alanları olan emekçi mahallelerindeki faaliyetin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bu önemin farkında ol(a)Mamak sanırız salt “kavrayışsızlık” ile açıklanamaz.
Emekçi mahallelerdeki faaliyetler salt yayın dağıtımı, takvimsel eylemler ve kültürel-sosyal ve refleks eylem –etkinlikler olarak ele alındığı müddetçe kendi kendini tekrar ve daralma kaçınılmaz olacaktır. Şüphesiz bu faaliyetler önemlidir, ama her şey değildir. Hemen yanı başındaki havzalarda grev ve direnişlere duyarsız kalındıkça işçi ve emekçi eylemliliklerine katılımın-örgütlenmesinin önemi bilince çıkarılmadıkça yapılacak her türlü çalışma esasta bizi ve emekçi sınıfını örgütlenme hedefinden uzaklaştıracaktır.
Çünkü “… İŞÇİLER KENDİ NİHAİ ZAFERLERİNE EN BÜYÜK KATKIYI KENDİLERİ YAPMAK ZORUNDADIRLAR… K.MARKS
-AYNI DALDAYDIK AYNI DALDAYDIK AYNI DALDAN DÜŞÜRÜLDÜK AYRILDIK.
İŞÇİ-EMEKÇİ KARDEŞLERİMİZ KANDIRILIYOR DİKKAT!
Köy enstitüleri köylüyle güven veren bir nevi çözüm merkezi idi.
Eğitim emekçilerine taşımacı eğitim uygulanıyor. Çok fena oluyor. Bizi halktan koparıyor.
Kitlelerden kopuşun koşullarını sistem organize ediyor, takım tut diyor, Türk diyor Kürt demeye dili varmıyor, yakıyor kışkırtıyor, toprak sende bizdensin gel hele diyor, patron emmioğlu diyor ayıp oluyor diyor.
Üretimin örgütlenmesindeki sermaye küçük atölyeler(ev atölyeleri) feodal ilişkiler hep kullanılıyor
“ALTTAKİLERE DİN İMAN ÜSTTEKİLERE HAN HAMAM”
-AMAN KOMŞUNU GÖR ÜÇ MAYMUNA HAYIR
Örgütleme faaliyeti kendimle kendi sendikamla sınırlı değildir. Başka sömürü alanlarını görmeliyim.
Kendi faaliyet alanının kazanılması işin bittiğini göstermez. Komşumun sigortasız, iş güvencesiz, onur kırıcı asgari ücretten yanan bağrının isyan çığlığını duymalıyım.
Örgütleme faaliyeti nihai sona erinceye kadar devam eder. Hakkımı ve benim gibi sömürülen işçi-emekçi halkın söyleyen dili olmalıyım konuşmalıyım örgütlemeliyim.
En nihayetinde Kendi gücünü gör.
-KADROLANDIM DA DURULDUM SENDİKAMDA DURDUM
Kadrolu sendikalıların taşeron firma işçileriyle sosyal ilişkiyi yaratma ve onları örgütleme kaygısı ne düzeydedir. Bu konuda eksik kalınmakta nerden bakarsak bakalım yanlış içinde olunduğu görülmelidir.
Kadrolulara buralarla özen göstermeliler
Böbürlenme, gitmeme, kendiliğindenciliği bekleme burjuva salgın hastalığıdır.
Asıl sorun yöntem ve örgütlemede perspektif aşınmasından kaynaklıdır.
Direnişler arası dayanışma temsilci, temsiliyet yetkisi kafalarda kilitlidir. Her DDSB’li kendi dayanışmasını refleks olarak örgütleyebilir.
Planlı düşünürüm zamanlama yaparım dört yanıma bakarım en çabuk olan dayanışmayı yaparım.
-BU NE SÖMÜRÜ AH BU NE IZDIRAP ZAVALLI AİLEM NE KADAR HARAP
EŞ + 2 ÇOCUK + 2 ANNE 2 BABA + 2 KARDEŞ
Ücret kime verilir, ücreti alan işçi kullanan aile demek ki ücret aileye veriliyor.
İşçiyi örgütle aileyi örgütle, formül teoride doğru yanlış olan müdahaleyi özü sözü bir yapmak.
Mutlak kusursuzluk yok ama eksikleri damıtmak var
Örgütlenen aile ne yapar başka yakın akrabasında gider dedi kodu yapar kıskanan çatlar o da ister o da örgütlenir.
Dayanışama büyür
Dayanışma MAHALLE –SENDİKA- MAHALLE ya da MAHALLE –ÖRGÜTLENME –MAHALLE döngüsünü büyütme
Yahu biz direniyoz etrafımızda kimse yok yoksa “NE ZAMAN YIKILIP YERE DÜŞTÜMSE TERK EDİP DE GİTTİ Mİ DOST BİLDİKLERİM”.
MEHA-GAZİ ,İMES : Sinter, E-kart- Sarıgazi, 1 Mayıs ,Gülsuyu, Sefaköy – Altınşehir – Yenibosna)
-SONUÇ OLARAK
-AYNI [ZAMANDA -SENDİKADA-SOKAKTA] FORMÜLÜ
Güvencesiz işçilerin yaşam alanlarına müdahale
Sendikalı oranı salt çalışanlar arasında %5 ÇOK SOKAK, ÇOK ZAMAN, ÇOK SENDİKA ÜYESİ
Fabrika tarlanın ortasında nasıl gideceğiz gidemez sek ne yapacaz EVE gelecek
Yaşamın diğer alanları, EĞİTİM, SAĞLIK, BARINMA, ALTYAAPI
Sınıf çok yönlü ama bizim işimiz esas(halk evi değiliz, biçimsel kıtlıklar malzeme çok)
Atölyeleri dağıttılar bizi yordular
İşsizler ve emekçiler
“PAZARA GİDELİM BİR TAVUK ALALIM KAMPANYASI” TÜSİAD, TÜRK İŞ KANKALAR
Sömürülen her emekçi nefes alıyorsa örgütlenmeye müsaittir.